Çocuklarımız Allah’ın bize emanetidir. 
Onların dünyaya gelmesine vesile olmuş olabiliriz. 
Ama onların sahibi değiliz.
Çocuklarımız üzerinde dilediğimiz tasarrufta bulunamayız.
 Allah dileseydi her çocuğu, ana –babayı vasıta kılmadan tek tek yaratabilirdi.
O halde bize düşen görev, emaneti yaratılış gayesine uygun olarak yetiştirmek, korumak ve kollamak görevidir.
Ne emanet edilmişse, ne kadar emanet edilmişse o kadarına sahip çıkmak görevimizdir bizim.
Emanetin, kaybolmaması, bozulmaması, paslanmaması, pislenmemesi gerekir.
Zira emanet, emin olmayı, itimat etmeyi, güvenmeyi, inanmayı, her şeyden önemlisi insan olmayı zorunlu kılar.
O halde bize emanet edilen çocuklarımızı, layıkıyla yetiştirebiliyor muyuz?
Koruyup kollayabiliyoruz mu?
Ne yazık ki bu sorulara verebileceğimiz olumlu bir cevabımız yok.
Son olarak Adana ili Aladağ ilçesinde bulunan bir kız öğrenci yurdunda çıkan yangında hayatlarını kaybeden 12 kız öğrencimiz, bize bunu bir kez daha gösterdi.
 Emaneti layıkıyla koruyup, kollayamıyoruz.
Sorun dünyanın en güzel emanetleri olan çocuklarımızda değil, sorun bu güzel varlıkların emanetçilerinde.
Bizlere emanet edilen çocuklarımızı, yaratılış gayesine uygun olarak yetiştirememek, koruyup kollayamamak tam anlamıyla emanete ihanettir.
Kendimizin veya bize emanet edilen bir canın, bilerek, isteyerek olmasa bile tedbirsizlikten, vurdumduymazlıktan ölmesine sebep olmakta emanete ihanettir.
Bu emanet bilincini taşıyamayanların, bu sorumluluk ehliyetine haiz olmayanların elinde bir nesil heba olup gidiyor.
Aileler kuru gözyaşlarına, geleceğimizi karartanlar ideolojik duvarların arkasına sığınarak, devlet ana ise başsağlığı dilekleri ile günü kurtarmaya çalışıyor. Geleceğimiz, yarınlarımız, umutlarımız, çocuklarımız gökteki yıldızlar gibi gözlerimizin önünde birer birer kayıp gidiyor.
Çocuklarımız için aile ile başlayan sorumsuzluk süreci, toplum ve devletin vurdumduymazlığı ile ya mahkeme kapısında, ya da bir mezarın taşında noktalanıyor.
Kendi elimizle evlatlarımızı uçurumun kenarına bırakıp kaçıyoruz. Şansı yaver gidenler düşmekten kurtuluyor, diğerleri hafif bir rüzgârla uçuruma sürükleniyor.
Biz bunu hep yapıyoruz.
Kendi kifayetsizliğimiz, kendi yetersizliğimiz yüzünden ne olup ne olmadığını doğru düzgün araştırmadan çocuklarımızı bazen hoca diye bir üfürükçüye, muallim diye bir hokkabaza emanet ediyoruz.
Bunun sonucunda vatanını, milletini seven, ahlaklı bir birey olarak beklediğimiz çocuğumuz üfürükçü oluyor.
Okusun, ilim tahsil etsin, avukat olsun, mimar olsun, doktor olsun vatanına, milletine faydalı bir evlat olsun dediğimiz çocuk hokkabazın elinde oyuncak oluyor.
Anne –baba çok sevdiği çocuğunu kime emanet ettiğini, ehliyet ve liyakatini, fikrini –zikrini, nasıl bir ortamda kaldığını doğru düzgün araştırmak zorunda kendini hissetmiyor.
Çok kolaycı ve toptancı bir yaklaşımla her namaz kılanı hoca, her başında takkesi bulunanı derviş sanıyor.
Toplum hiçbir ölçü ve kıstas tanımadan arkalarında saf tutuyor.
Devlet, millet adına denetim ve bilgilendirme görevini tam manasıyla, zamanında yerine getirmediği gibi bazen bu tip zararlı kişi, cemiyet, cemaat gibi yapılanmalara insanları teşvik bile edebiliyor.
Nedense emanete gerektiği gibi sahip çıkamayan veya çıkmayan ana-baba, toplum ve devletin büyük sorumsuzluğu ortadayken, toplumdan dışlanan, işinden atılan, mahpusa tıkılan, yangında yanan, sokakta ölen çocuklarımız.
Suçlular belli, emanete sahip çıkamayanlar değil emanet edilenler. Oysa emanete sahip çıkamayan bizleriz.
Bizim suçumuzu çocuklarımız çekiyor.
Ne dersiniz? .
Bugünden sonra, bu kadar acı tecrübeden sonra çocuklarımızı, sevdiklerimizi, kardeşlerimizi, vatandaşlarımızı yaşatmayı, yaşarken değer vermeyi öğrenebilir miyiz?.
Bunu başarabilir miyiz.?